25 Ağustos 2013 Pazar

Müthiş Harika Pisimist' e Teşekkür :)

Yazdığı harika enfes ve ürpertici hikaye ile bizleri mutlu eden müthiş insana teşekkür ediyor ve uzlaşmaya vardığımızı tüm blog okurlarına duyuruyoruz. Böylece grevin sonuna geliyoruz :)  2014 yılının ilk 6 ayı için    % 4+4 ikinci 6 ayı için % 5+ 5 hikaye yazma sözü ayrıca hikayede ki cümle sayısının brüt  175 cümle olmasına karar verilmiştir :) Müthiş insanımız Pisimist' e bu hafta ki yoğun iş hayatında başarılar diliyor ve blog ailesi olarak kendilerine ufak bir hediye sunuyoruz.


Müthiş olmayan gereksiz insanların beyinlerini rendelerken bizleri hatırlarsınız efendim :)


24 Ağustos 2013 Cumartesi

Sanırım o kadar da müthiş değilim :(

Yazarken utanıyorum, o yüzden hemen yazıp gitmeliyim :( 

2 telefonum var, biri akıllı-diğeri gerizeka. şarja şarz diyen insanlardaki fütursuzluğa hep özenmişimdir. bu entry'de ben de şarz diyeceğim hep.
neyse, gerizekanın şarzı bitti, her zaman olduğu gibi 3'lü prize taktım.
o telefonu fazla kullanmadığım için eksikliğini hissetmediğimden şarzda bıraktım.
ertesi gün baktım telefon şarz olmamış, "allallaaa yine batarya cortladı zaar" dedim, açtım baktım batarya bildiğin şişmiş.
daha önce de olmuştu, gidip çakma bi batarya alıp idare etmiştim falan.
"neyse yeni batarya aliyim bari" dedim, ertesi gün gittim ucuz bi batarya aldım. (20 tl)
geldim telefona taktım, aynı 3lü prizde takılı bıraktım telefonu.
ertesi gün baktım, yine şarz olmamış. "haydaaa, şarz aleti de mi bozuldu nedir?" dedim, ertesi gün gittim ucuzundan bi şarz aleti aldım. (10 tl)
geldim, bu sefer yeni bataryalı ve yeni şarz aletli telefonu yine 3lü prizde bıraktım.
ertesi gün baktım, yine şarz olmamış !
"lan nooluyo :/, anlaşılan bunu miyadı dolmuş" dedim, ucuz cep telefonlarını araştırmaya başladım.
hani bööle anneanneye alınan, dedeye verilen türden, açmaya-konuşmaya-mesaj atmaya yarayacak cinsten bi şey arıyorum.
gittim nokia'nın enn uyduruk telefonunu aldım. (200 tl) 
mesaj silmek için 5 menü dolanıyosun, renkli mesaj diye piksel piksel gül ya da kalp şablonları var, öyle bi telefon.
elime bi alıyorum, 3 gram gibime geliyor, hafif, minicik, sevimli bi şey.
yeni telefona, sim kartı yerleştirdim, şarz aletini 3'lü prize taktım.
bi baktım, şarz etmiyo!?!?
"lan nooluyo buna?" demeye kalmadı, çatıda kalan rahibe helikopter gönderen tanrı, bana da en sonunda "gidin şu gerizekalıya biraz zeka kırıntısı bahşedin" dercesine akli meleklerimi ve melekelerimi bana geri gönderdi.
günlerdir, telefonu şarz etmek için takıp durduğum, uğruna telefonun bataryasını ve şarz aletini ve hatta telefonun kendisini değiştirdiğim 3'lü prizin kablosunu takip ettim, takip ettim, takip ettim...ve evet!

prize takılı değildi.

20 Ağustos 2013 Salı

!!! HER YER GREV HER YER DİRENİŞ !!!!


Hihihihi Harikayım Bennnnnn

otobüsle bi yere giderken, beni uğurlamaya hiç kimse gelmemişse, otobüs hareket ettiğinde, başkalarını uğurlamak için gelip de el sallayanlara ben de el sallıyorum, bana gelmişler gibi. 

iyi hissediyo insan, hem kimse anlamıyo ona el salladığımı. 

bi sonraki aşamada, elimi telefon gibi kulağıma götürüp "inince ararım." işareti bile yapıcam, henüz o kadar şizoya bağlamadım, dur bakalım.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Müthiş Planım Var

Geçtiğimiz ilkbaharın en güzel İstanbul günlerinden birisiydi.O gün yine acelem vardı, hep acelem var zaten, neyse koşturuyorum bi yerlere, el ettim bi taksi durdurdum.

yağmur yağıyordu.

"merhaba" dedim, "merhaba" dedi.
"beşiktaş'a lütfen." dedim, "başüstüne" dedi.

"aa ne kibar taksici" dedim içimden. alışkın değilim böyle taksi şoförüne.

zaten hava yağmurlu, nisan gelmiş geçiyor ama güneş yüzünü göstermekte cimri.
radyoda tuhaf şarkılar, dışarda koşturan insanlar, cam sileceklerinin sağa sola giderken çıkardığı viyk viyk sesleri. üstüme sinmiş bi kasvet.

"fakat bana tarif ederseniz iyi olur, pek bilmiyorum buraları, çocuğu doktora getirmek için geldim." dedi.

"tabi" dedim, "şurdan aşağı doğru dümdüz inicez."

sonra da kayıtsız kalamadım: "geçmiş olsun." dedim.

"sağolun." dedi.

yine kayıtsız kalamadım, kendime yetersiz geldim:" hayırdır, nesi var çocuğun?" dedim.

"bugün son kemoterapiye girecektik. onun için karşıdan getirdim çocuğu, hanımla birlikte hastaneye bıraktım." dedi.

kemoterapi! ne kadar korkunç bir kelime. "çocuk" ve "kemoterapi" kelimelerinin aynı cümlede olmasıysa ayrı bir dehşet.

sustum. bişey söyleyemedim.

o da sustu.

radyoda reklamlar vardı, güzel müzikler, alışverişe çağıran kredi kartı jingle'ları.

ama bi yandan aklımda dolaşıp duran sorular var. "çocuk kanser mi olmuş, neden acaba, ne kanseri olabilir ki?" diye düşünüyorum.

"kaç yaşında?" dedim.
"9" dedi.

içimden düşünmeye devam ettim. "bir çocuk olsa olsa kan kanseri olmuştur. sorsam mı ki?"

"kan mı?" dedim.
"kan..." dedi, sustu. tam o anda radyo da susmuştu. hiç bitmeyecekmiş gibi gelen 1-2 saniye geçti.

işin ilginci, ne o kullanıyordu "kanser" kelimesini, ne de ben kullanıyordum.

sonrası mı?
sonra, sanki zembereği boşalan bir saat gibi, gerilip fırlatılmış bir ok gibi konuşmaya başladı adam, anlattı. nasıl zor bir dönem geçirdiklerin anlatmaya başladı.

"peki" dedim, "hani kolaylaşmıştı bu işler? öyle diyolar ya hani, hastaneler, ilaçlar falan? ben pek bilmiyorum, pek işim düşmedi de."
"allah düşürmesin, aman allah düşürmesin kimseleri." dedi. "dışardan öyle görünüyor, ama hiç öyle değil." dedi. "soğuk algınlığı olsa, grip olsa gidip herkes ilacını alır ama bu meret oldu mu -yine kanser dememişti- muadil ilaçları veriyor devlet, onlar da hastanın bünyesine uyar mı uymaz mı demiyor, gidip asıl ilacı almaya kalktığındaysa sen kendi cebinden ödüyorsun. bir evi bu uğurda sattım ben, bir araba galerim vardı, onu da yavrum için sattım."

susmaktan başka bişey yapamadım. oysa konuşmayı istermiş de keşke biri bişey sorsaymış gibi devam etti:

"sabah çocuğu aldım, hanımla birlikte getirdim, bu son kemoterapiydi. masraf için gereken parayı toparlayamadık ama yine de getirdim. 1.500 lira açığımız kaldı ama ben yine de getirdim. yok, dediler, alamayız dediler, parayı toplayın, öyle getirin, dediler. son dedim yahu son! eğer gününde, saatinde giremezse kaydettiğimiz ilerlemeyi de kaybederiz, sonradan getireyim, dedim. kabul etmediler. bundan 6 yıl önce borç verdiğim bi adam vardı, 18 bin lira, o zamanın parasıyla borç vermiştim. ona gittim. abi, dedim, bana 1.500 liramı verir misin, bak senin geri kalan bütün borcunu silicem, hiçbi şey istemiyorum, bana bugün 1.500 liramı ver, tamamdır, dedim. 'ben hacdan geldim, nakdim kalmadı ama sizin için dua ederim.' dedi. eşinin altında bilmem ne marka cip var, kendisinde neler neler var, ama bize dua edecekmiş, çektim geldim buraya, çocukla hanım hastanede, siz durun dedim, ben bu parayı bulucam dedim, çıktım işte buralara geldim bakalım, allah kerim."

kırmızı ışık yandı, durduk.

hayat da durdu, ben de durdum.

o an, o kırmızı ışıkta bekleyen o takside, kanserli bir çocuk vardı. öylece duruyordu. para bekliyordu kemoterapiye girmek için. babasını bekliyordu. gözü kapıdaydı belki de, annesinin elinden tutmuş, ağzında o maskelerden biri olan bir çocuk. babasından para bekliyordu. kemoterapiye girecek, iyi olacak, okulda olması gereken saatte, silgi kokularını, yeni açılmış kalemin kalemtıraşta bıraktığı çöpün kokusunu duyması gereken saatte, hastanenin tıbbi atık, ilaç ve hastalık kokan, bol yankılı koridorlarında beklemeyecekti.

radyoda ağır bi şarkı çıktı.

beylik laflar geldi aklıma, ama hiçbiri bu babanın acısını hafifletmeyecekti, bilirdim. yine de söyledim.

o sırada telefonu çaldı adamın.

"yok" dedi, "daha bulamadım, şimdi müşterim var, ben seni ararım." dedi, kapattı telefonu. belli ki vakit daralıyordu.

istanbul'da yaşam zor, istanbul'da yaşam, insanı diğerlerinden soyutlayacak, herkese şüpheyle bakmayı gerektirecek kadar âdi ve yalancı. ama dikiz aynasında gördüğüm o yaşlı mavi gözler gerçekti.

ineceğim yere geldim, taksimetrede yazanın biraz daha fazlasını verdim. ne onu incitecek kadar fazlaydı, ne de beni yüceltecek kadar. ama o an, yapabileceğim tek şey buydu ve ben de bunu yapabildim. keşke daha fazlasını yapabilseydim. sonra ne oldu, o hastane kapısına bakan çocuk, babasını görünce sevindi mi, son kemoterapisine girip tedavisini tamamladıktan sonra annesinin elinden tutup güle oynaya hastaneden ayrıldı mı? babasının taksisiyle evlerine döndüler mi?

maskesini çıkarıp bi kenara fırlattı mı? yeniden gülmeye ve oynamaya başlayacak mıydı?

bilmiyordum.

boğazımda kocaman bir yumruyla denize doğru gidiyordum.

insanlar karşıya geçen motora yetişmek için koşturuyorlardı.

hâlâ yağmur yağıyordu. Biraz yürüdüm biraz karamsar biraz nedeniz .Tam  o sırada ark.....off neyse acıktım ben canım sucuklu yumurta çekti. Bu kadar yazı yeter size daha önemli planlarım var.!!!!

harika müthiş planımı devreye sokuyorum. bu akşam iş çıkışı bankayı soymayı planlıyorum.siz yorgun argın işten eve döndüğünüzde gelecek kaygısı ürpertici belirsizlikler içinde savrulurken ben paracıklarımı yunan adalarında sayarken didimi yudumlayacagım ahahahahaha siz monoton insanlar beni çok güldürüyorsunuz. beyin kıvrımlarımda ki harika dizayn sizin ışıgınız olsun pislikler!!



17 Ağustos 2013 Cumartesi

MAKARNALI MEYVE AROMALI PİLAV TARİFİ:)


Bütün paramı evde unutmuşum, kredi kartlarımı, banka kartlarımı, kimliğimi ve her şeyi. kimseden de borç almak ya da teknolojinin imkanlarını kullanmak istemedim. bugünkü görevim buydu sanki: "cebimde kalan 3-5 liralık bozuklukla bakalım ne yapabilirim?" diye attım kendimi bir başıma istiklâl caddesi'ne, survivor hesabı.

Cadde yine cıvıl cıvıldı, kalabalık ve gürültülü. kediler kış güneşinin altında banyo yaparken, turistler üstüme üstüme yürüdü her zamanki gibi.insanların sigara içmek için dışarda oturduğu cafelerin önünden geçtim.Daha önce defalarca girdiğim yerlere elimde şakırdatarak oynadığım bozuk paralarla girmem imkânsızdı. camlarının önünden usulca geçtim o restoranların. içerde yemek yiyen insanları gördüm geçerken. ahahaha, çok zevkliydi, tam bir küçük emrah gibiydim, şişte döne döne kızaran tavukları izleyen ufak bir çocuk gibi.

İnsan cebinde para varken kıymetini bilmiyor, yere 10 kuruş düşse eğilip almaya bile tenezzül etmez bazısı. kimiyse 5 kuruşun hesabını yapar. sonuçta para yoksa yoktur, yaratamıyosun ki bunu, sadri alışık gibi elini şalvara her atışında bir banknot bulabilmek sadece filmlerde oluyor.

Cadde üzerinde bir yere girdim, oturdum, elimde bozuk paralar, gözüm fiyat tarifesinde...çocukken yaptığımız gibi, bir elimizdeki paraya, bir de bakkal amcaya bakıp, "şu kaça?...bu kaça...hmmm peki şu?" diye sorup paramızın yettiğine razı olduğumuz günlerdeki gibi. aslında daha kalitesine paramız yetmediği için aldığımız ucuz çikolatayla yaşadığımız hazzı, büyüyünce yediğimiz hangi çikolatadan alabildik ki?

Dükkana girince bir yandan düşünüyorum: "börek yesem, yanına da bir çay içsem, yeter. ama büyük çay içersem yetmiyo, ona göre..."

Oturdum siparişimi verdim, çayımı içiyorum. bu benim içebileceğim tek çay. her yudumundan zevk alarak içiyorum, böreğin her lokması lokum gibi geliyor bana, yavaş yavaş, keyfini çıkararak yiyorum.

Derken içeri bir kız çocuğu giriyor, 8-9 yaşlarında, okuldan yeni çıkmış, sırtında pespembe bir çanta var, kocaman. elinde bir para, "kürt böreği alcaktım ben" diyor. kürt böreği, hani şu pudra şekerli yeneninden, yerken ağzım burnum pudra şekeri olduğundan tercih etmediğimden. o yaşta kızın "pudra şekerli kürt böreğini" bilmesine şaşıyorum. ben o böreği ondan seneler sonra keşfedeceğim çünkü. ama o belli ki çok seviyor.

"Elde yiycem" diyor kız, "kaç para?"

"60 kuruş" diye cevap veriyor kasadaki tonton amca. kız bi kere yutkunuyor, etrafına bakınıyor. ağzından bir cümlecik dökülüveriyor:

"50 kuruş versem olmaz mı?"

Yüreğime ok gibi saplanan bir cümle.

O an çocuğu kader arkadaşım, sıra arkadaşım gibi görüyorum. onun kadar küçük oluyorum bende, yüreğim pır pır ediyor. ondan 11 12 yaş büyüğüm neredeyse ama 10 dakika önce aynı çekingenliği yaşamışlığın verdiği duygularla kızı sarıp sarmalayasım geliyor. ben olan biteni oturduğum yerden izlerken, kız tekrar soruyor:

"50 kuruş versem olmaz mı? bakkaldan meyve suyu da alcam da."

"olmaz olur mu hiç güzel kızım." diyor tonton amca, meyve suyunun parasını da düşünen kıza. "hiç vermesen de olur." diyor hatta. kızın elli kuruşunu almayacak belli ki, içim ısınıyor.

"olmaz" diyor kız, elli kuruşu bırakıyor tezgahın üstüne, alıyor böreğini eline. burnunu pudra şekerine bulayan kocaman bir ısırık alıyor, yollanıyor bakkala doğru, meyve suyu almaya. dünyanın en mutlu çocuğu o şu anda. orada, gözlerimin önünde.

ben de böreğimi bitirip, işe geri dönüyorum. cebimde kalan 2 liramla markete giriyorum, bi çikolata alıp dibine kadar harcıyorum bugün kendime ayırdığım zoraki harçlığı.

ve iki şeyi fark ediyorum birdenbire;

-birincisi, giderek benden uzaklaşan çocukluğuma uzun zamandır hiç bugünkü kadar yaklaşamamış olduğumu...
-ikincisi ise kullanmayı hiç sevmememe rağmen kendime artık bir cüzdan almam gerektiği:)


NOT: YAZININ BAŞLIĞI GÜNDE 5 ÖĞÜN YEMEK YİYEN VE ACIKTIGINDA GÖZÜ HİÇ BİR ŞEY GÖRMEYEN VAHŞİLEŞEN VE İNSANLARI ÜRPERTEN KİŞİLERİ YAZIYI OKUMAYA TEŞVİK ETMESİ AMACI İLE BU ŞEKİLDE KONULMUŞTUR SAYGILARIMIZ İLE ARZ EDERİZ....

30 yıldır bitmeyen terörü bitirecek projem

bu poroje 30 yıldır türkiye'nin kanayan yarası haline gelen terör problemini çözecek ve ülkenin kalkınması adına ayak bağından kurtulmasına yardımcı olacak çılgın projedir. 

proje çeşitli aşamalardan oluşmaktadır. biraz maliyetli olacak bu proje gerçekleştiği zaman türkiye şaha kalmış at misali gelişmeye başlayacaktır. 

adım 1: ilk olarak ''kanal anadolu'' projesiyle karadeniz ve akdeniz birbirine bağlanacak. karadeniz'de bağlantı noktası artvin, akdeniz'de ise hatay - mersin - adana bölgelerinden birisi olacaktır. 



adım 2: kanalın batı kanadı doğu kanadına göre yüksek eşilecektir. yer çekiminden dolayı kanala dolan su kütleleri yüksek yerden alçak yere doğru akmaya başlayacak. 


adım 3: masum insanların zarar görmemesi için vatandaşa simit ve kolluk dağıtılacak. 


adım 4: kanalı dolduran sular büyük bir hızla ilerlemeye başlayacak. 



adım 5: su seviyesinin düşmana gerekli zaviyatı vermesinden sonra kanalın karadeniz girişine ve akdeniz girişine duvar örülerek suların ilerleyişi durdurulacak.


adım 6: suların çekilmesinin ardından hem terör belasından kurtulmuş hem de yaklaşık 770 km uzunluğunda patates depo edebileceğimiz bir çukurumuz olacak. 


dikkat edilmesi gereken önemli nokta: ülkemizin bulunduğu noktada dünyanın çapı yaklaşık 12.456,28 km olduğu göz önüne alınırsa ve kanala dolan suların saatte yaklaşık olarak 180 km hızla gideceği varsayılırsa (v=x/t) , suların ülkemize ulaşma süresi yaklaşık 66 saattir. suların ülkemize ulaşması ve büyük bir felakete yol açması söz konusudur. bu sebepten kuzey ve güney kısıma örülecek duvarların zaman kaybetmeden , kaliteli maldan örülmesi gerekmektedir. 

felaket senaryosu :/